Sibirya Rogası

Yurtdışı Hikayeleri – 1 Sibirya’da Roga
Üniversite sonrası, sadece müzikten kazanılan parayla geçinilmeyeceğini öğrenip, çeşitli gündüz işlerinde de çalıştım. Ağzım laf yapabiliyor, presentabl gözüküyorum ve iletişimim de kuvvetli diye, çoğunda beni satışa yönlendirdiler.
Kırtasiyede çalıştım, anketörlük yaptım, broşür dağıttım, oyun dergisine yazı yazdım, motosiklet mağazasında çalıştım, dekorasyon firmasında koşturdum, sigortacılık yaptım. Derken evlendikten sonra ciddi bir işim olmasına karar verdim. Cebimde sürekli çeşitli meslekler oluyor ama hiç birisi uzun süremiyordu. Tıpkı bence hayatımızı en iyi özetleyen filmlerden biri olan, sevgili rahmetli Kemal Sunal’ın oynadığı “Düttürü Dünya”’daki gibi. Sabaha karşı eve gel, 3-4 saat uyku sonra iş ve kahve.
Esasında gündüz işleri için altyapım kötü de değildi. Çift yabancı dilim, bilgisayar, modelleme gibi kullanabileceğim yeteneklerim vardı. Derken ahşap parke sektöründe kurumsal bir firmada satışta işe kabul oldum. Bu sektörde iki firmada, 10 senenin üzerinde çalıştım. Bölge müdürlüğü, satış ve pazarlama müdürlüğü derken, son 4 senede, artık satışa destek veren ürün müdürlüğü konumuna gelmiştim. Yurtdışına sık sık çıkıp, yeni ürünler araştırıp, fuarlar geziyordum.
Bu gezilerden bazıları bayilerle oluyordu. İthalatı yaptığımız ürünlerin fabrikasını, merkezini gezdirip, motivasyonu ve bağlılığı yükseltip, yeni ürünler ile ilgili kampanya duyurusu yapıp, bağlantı yapmaya çalışıyorduk.
Bu gezilerde dil ve yol bildiğimden, bayilerin neredeyse hepsi bana yapışıyordu tabiri caizse. Kimilerini yeni işe başlamış personele veriyorduk (kilitliyorduk).
Bu bayiler ben nereye gidersem peşimdeler. Bir dükkana giriyorum, arkamdan 30 kişi daha giriyor. Hepsi çocuk gibi, sürekli bir şey istiyorlar. “Kıvanç müdürüm, çay içelim, yemek nerede yiyeceğiz, kahvaltıda zeytin, peynir bulsana bize, alışveriş için bizi şuraya götürsene” gibi, sürekli dibimdeler. Yemek konusu zaten çözülemez bu grupla, gidip Türk restorantı isterler, bulamayanlar McDonaldsa falan girer. Benim bakış açım, bir yere gittiğinde o bölgenin tadlarına bakmak üzeredir.
Mecburen sokaklardan sağ sol yapıp arkamızdaki sayıyı azaltmaya çalışıyorduk. Atlatıyorduk bi bölümü yani. Sonra otele dönüp, “başım çok ağrıyor, ben yatacağım” diye odaya çıkıp, otelin arka kapısından dışarı kafa adamlarla ve çocuklarla akşama akıyorduk. Başka yolu yoktu çünkü.
Bir gün ofiste iken, Sibirya’daki şantiyede bir problem için bizi aradılar. Mevcut şantiye sorumlusunun mazereti olduğundan ve benim de hazır pasaportumdan dolayı gitmem gerekti. İlk defa bir Rus uçağına bindim. Yanımdaki Türkler defalarca gittiğinden bu modelleri ezberlemiş. Onun şusu böyle, bunun busu gibi anladığım açıklamalar yapıyorlar. Anlamadığım diyorum çünkü, o kadar çok “Uçak Kazası Raporu” belgeseli izledim ve kitapları okudum ki, bana Boeing ve Airbus desen direk katılırım muhabbete ama bu Rus uçaklarının tüm yapısı farklı. Bildiğin Hindistandaki otobüs içi gibi zangır zangır gidiyoruz. Telefon kapama falan yok, millet ayaklarını yan koltuktan uzatıp uyuyor. Bir yemek geldi, tattım yiyemedim. Bizim THY yemekleri yerini tutamaz. Arkada birileri sesli müzik dinliyor, yan taraf Rusça bıdı bıdı konuşuyor. Böyle garip bir ortam. Acayip yumuşak bir inişle Moskova’ya indik, tekerlerde süspansiyon varmış. Oradan araç transferle başka bir havalimanına geçip Sibirya’ya uçtuk. Moskova trafiği İstanbul’u aratmadı.
Sibirya-Tümen’e indiğimizde, hava güneşliydi ama her taraf bembeyaz. Bildiğin kış güneşi. Tekrar şantiye için gideceğimiz araca yürürken, burası o kadar soğuk da değilmiş dedim. Elimi kulağıma attığımda kulağımı hissetmedim, donmuş. Çok fenaydı. Bindiğimiz araç lada idi. Koltuğa oturduğumda coss sesi duymuş oldum sanki. Dışarısı buzmuş be. Lada, Rusya’nın ulusal aracı. Şöförü de taksici değil. Vatandaş. Meğerse herkes orada pazarlıkla anlaşılan fiyata taksilik yapabiliyormuş. Yol boyunca binaları izledim. Hepsi aynı tip, aynı renk. Devlet doğalgazı bedava veriyormuş. Aynı tip evlerde konaklattırıyor. Sordum öğrendim.
1960lı yıllarda, konut eksikliği için binlerce yapılmış, çok ufak daireler, kişi başı 10m2lik alanlardan oluşuyormuş. Bu evlere Hruşçovka deniyormuş. Adını Eski Sovyetler Birliği Hükûmet Başkanı Nikita Kruşçev’den alıyor. Türkçeye Kruşçev olarak geçmiş olsa da aslında orijinal okunuşu Hruşçov’muş.
Bu kadar kasvetliğin içinde tek dikkat çeken, neredeyse hepsinin topuklu giydiği kadınlar. O seneki dünya güzeli de o şehirden çıkmışmış.
Şantiyeye vardık. Ben içeri girdim ama beni kimse karşılamıyor. Ortam daha aydınlık. Hemen bizim Türkiye’deki müdürü aradım. “Ben geldim ama kimse beni beklemiyormuş, karşılayan olmadı, nereye gidecem, nerede yatacam” gibi bi söylendim. O da sinirlendi, “olur mu öyle şey, hemen konuşuyorum” dedi ve geri döndü. Meğerse ülke içinde saat farkı varmış. Ben daha doğuya gittiğimden saat ileri imiş. Hava aydınlık olması da yanılgı, çünkü beyaz geceler. Günün 15 saati güneş var. Yani ben oraya vardığımda mesailer bitmiş, akşam yemeği yenmiş, koğuşlara geçilmiş. Hemen birisi geldi, beni bir odaya yerleştirdi. Ertesi gün, ölçüm aletsiz gittiğim yerde lafı çevirip mantıklı açıklamalar yapıp, işi çözdüm. Alüminyum cephe kullanmışlar ve içerisi hiç havalanmamış. Klimadan dolayı hava kuruyup, parkeleri çatlatmış. Olay belli ama yetkili birinden duymak isteyip, belki zararın bi kısmını iteleriz diye düşünmüşler.
Paskalya tatili midir nedir öyle bi döneme denk gelmişim, benim dönmem lazım ama dönemiyorum, uçaklar ya uçmuyor ya da dolu. Mahsur kaldım orada bir gün daha. Beni şehiriçinde indirdiler, dükkan dükkan dolaştık. Hediyelik eşya mağazasına girdim her taraf dondurulmuş geyik. Cebimi bi yokladım, yanıma para almamışım, bravo Kıvanç. Sanırım kredi kartı da geçmiyordu. Ya da yanımda yoktu. Orası flu.
Geyik boynuzları çok dikkatimi çekmişti ama nereme sokacaktım. Zaten alsam ne olur almasam ne olur? Tuğçe’ye bir de oranın geyikleri meşhurmuş falan diye açıklama yapacam. Zaten Rusya’ya gidiyorum diye bi kıllık var. Bi de düşünsene eve dönüyorsun kapıda geyik boynuzu, daha da rezalet.
Bana ufakları gösterip “Raga” diyorlar. A bu kelime tanıdık hemen söylüyorum. “Siz biliyor Rusça” diyorlar. “Yok” diyorum “Ragayı bilirim sadece.”
Onu da nerden? Raga Oktay var ya. O lakap da geyik demekmiş herhalde diye kodluyorum kendi kendime orda. Meğerse Ruslar boynuza Roga diyorlarmış. Ragga Oktay’ın Raggası da Reggeaden geliyormuş.
Ragga Oktay’la da tanışıklığımız var bu arada. 2000li yılların başında, Velvet ile Taksim’de bir yerde buluştuk. Orkestra kuracak. Birileri bize ulaşmış. Ragga, komik kafa adam. Aksanı var. Hikayeler anlatıyor, kahkahalar havada. “Çorlu konseri var” dediler ona, “Çorlu neresi ki, ben sadece Çorum duydum o da ortalarda bi yerde herhalde” dedi. Yanındaki menajer bozuntuları kıldı. Suratsız herifler. Belli ki başka tanıdıkları var, bize defans yapıyorlar. Bir de bunlar emirli konuşmaya başlayınca, “Buraya gideceksiniz, çalacaksınız, provalarda para almayacaksınız, konser güzel geçerse sonra veririz para” gibi,
“Biz müzisyeniz, bu şekilde çalışamayız” gibi bir şeyler diyip masadan kalktık. Ragga Oktay da biz kalkarken “Ya bi konuşsaydık” falan dedi ama geri basmadık. Ragga, o dönem meşhurdu, ‘Çukulata Kız’ gibi parçaları hitti ama bi türlü düzenli orkestra toplayamadı, filmler çekti falan sonra muhtemelen Hollanda’ya döndü. Yanındaki adamlar bence sömürdü onu.
Dönelim Tümen’e. Ertesi gün neyse ki bana bi özel bir seferle İstanbul’a tek uçak buldular. Dönüş uçağıymış. Bu sefer hava zifiri karanlıktı. Minibüs tarzı bir araçla, kazak şöförler ile başka bir havalimanına saatlerce süren uzun bir yolculuk sonrası götürdüler. Oradan uçağa binip, bir şekilde döndüm. Bu anım da, bende SibiryaRogası olarak kaldı.
0 Comments