Godiva’nın Kasedi!
Godiva’nın Kasedi!
Kaset denilince akla hep başka başka şey geliyor. Baştan söyleyeyim o anı canlı izleyen bir kişi kör oldu. Ama dinleyenlerin aklında hep kaldı. Neyden mi bahsediyorum? Buyrun o zaman.
Yolculuk ve seyahat kavramları artık neredeyse kelime anlamlarını yitirdi. Gidilecek yere en hızlı nasıl gidilire odaklanıyoruz. Mümkün olsa ışınlanacağız. Navigasyonusuz markete gitmeyen arkadaşım dahi var. Bir yarış halindeyiz sürekli. 16dkya oradayım, rota 2,5 saat gösteriyor, otobandan basıp geçeriz gibi. Ücretli yol daha kısa veriyor diye resmen parayla zamanı satın alıyoruz.. Yol üzerinde geçen zamanı bir kayıp olarak görüyoruz. Uzun yollarda kara yolu kullanımı bile gitgide azaldı.
Eski zamanların tam tersi. Hatırlayın, varılacak saate değil, yol üzerindeki sürece odaklanırdık. Zamanın pek bi önemi yoktu. Mola verdiğimiz mekanlar, 36 filmlik fotoğraf makinamızın muhtemel 3-4 pozunu dikkatlice kullanacağımız manzara yakaladığımız yerler…
Navigasyon yerine de ilk katlanılmış halini hiç bir zaman tutturamadığımız, kenarları yırtılmış kağıt haritayı kullandığımız, ve tabi onu okumak için de kafa patlattığımız zamanlar. Burada tali yol var, kestirme gibi duruyor tartışmalarımızı kim unutabilir. Yol üzerinde dinlenme yerleri, yerel ürün satanlar bunların hepsi unutulmaya yüz tuttu.
Esas hikayenin bu süreçte gizli olduğunu unutmuşuz. Aile ile ilgili anılarımızın belki de en değerlilerin bu yolculuklar olduğunu görüyoruz. O zamanlardan çekilmiş, o bir tek fotoğraf bile bize neler anlattırıyor di mi? Yolculuk dediğimiz bence bu yolda geçen süreci, hikayeyi ve anı yaşamaktı. Bizim yaşadıklarımızın çoğu, öğretmen anne babamızdan dolayı yaza denk gelir.
Bu seyahatlarımızın özeti de şarkılarla pekişirdi. Film müziklerinde de bunu görmekteyiz. Kodlayıcı ve tamamlayıcı unsur çok güçlü bir şekilde müzik olmuştur. Tıpkı koku gibi yaşadığımız anda bize eşlik eden duyu unsurları, ilerde de şekil değiştirmediği için, tekrar denk geldiğimizde, bizi o anlara götürür.
Otobanın olmadığı, geze geze gidilen bu seyahatlerimizde, zaten az kanallı ve çekmeyen radyo yerine kasetler konulup dinlenirdi. Albüm dediğimiz bu kasetler de hepsi aynı stüdyoda kaydedilmiş en az 10 şarkıdan oluşurdu. Kasetleri ses dengesi ve tonlaması bakımınından kendi içinde oldukça tutarlı bir medya olarak düşünebiliriz.
70lerde doğup, 80lerde çocukluğunu geçirip gençliğe adım atan bizler için bu dönemler çok kıymetliydi. Kaset döneminde sevdiğimiz sanatçıların ve grupların yeni albümlerini çıkar çıkmaz alırdık. Koşa koşa evdeysek teybe takıp karşısına oturup bize ne anlatacak diye kitap okur gibi sessizce dinlerdik. Kimilerine defalarca kulak dayardık baştan sona, bazen sadece A yüzünü…Dışardaysak kasedin içine kalem sokup sarardık, böylece walkmanimizin pilini korurduk.
Evdeki bu bazı kompakt teyplere büyük pil de takılıyordu ve bazıları kumsallara indirip omzunda gezerdi. Ne gereksiz bir yükmüş ya. Hem iyot doluyor hopörlör, hem de pile yazık. Omuzdaki ağrı da ayrı. Ben o tribi bir kez yaptım, o da Yu-Ma-Tu marka Özgür’le beraber aldığımız teyple.
Bu dönemlerde müzik üretimi sürekli devam ediyordu. MP3ler USBler yok. Yazları neredeyse herkes karayoluyla yola çıkıyor. Taşıyabileceğin, dinleyebileceğin şarkı sayısı belli. E haliyle yenisini istiyorsun. Her sene de o sevdiğin sanatçı bir albüm daha yapıyor, sen de alıyorsun.
Biz bu kasetleri alıp, küçücük torpidoya sıkıştırırdık. Bildiğin Tetris oynardık, o torpido nasıl daha fazla kaset alır diye. Orası eşya gözü değil, kasetlikti. Müzik dinlemek arabada öyle bir keyifti ki, evdeki surround sistemin ilk halidir orası. İyi bir ses sitemi, örneğin Pionerr teyp, hoparlör, Aciko ekolayzırla tüm frekansları yakalamaya çalışırdık. O teypler o kadar değerliydi ki, kızaklı olanları taşır yanımızda götürürdük her yere. Götürmeyenlerde hep şüphe kalıyordu. Hırsızların ilk baktığı yer de sürücü koltuk altıydı. Leyla & Mecnun izlemiş olanlar da bu teypleri hatırlar.
Kasedi jelatininden açar açmaz, arabanın bu teybine koyar ve dinlerdik hepimiz. Saatler süren Aydın yollarının belki de mutlu huzurlu geçmesi sebebiydi bu.
Bazı albümler de Türkiyeye gelmiyordu. Gecikmeli veya başka bir toplama kaset içinde oluyorlardı. Mesela Queen’in 1978 tarihli Jazz albümü bize çok geç gelmişti. Biz oradaki çoğu parçaları ilk Greatest Hits’lerde dinlemiştik.
Güvenç’te dolayısıyla bende, müzikal gelişimimizde çok büyük payı olan Quuen albümleri bizim için değerliydi..Güvenç, halen aktif olan Queen Türkiye sayfasının kurucusu olup, sırf Queen konseri için Dubai’ye gitmiştir. Ben de Güvenç için 1992de Freddi Mercury ölümünden bir yıl sonra gittiğim İngiltere’de onların yeni çıkmış albümünü ve üzerinde Sun gazete küpürünün baskısı olan ‘freddie is dead’ tshirtünü alıp gelmiştim. O zamanlar daha çocuk olduğum için tshirt bedeni konusunda bi haberdim. İyi ki de öyleymişim ki aldığım o tshirte pek giremediğimiz için uzun yıllar sağlam saklanabildi. En son bizden Evrim almıştı onu sonra ne oldu bilmiyorum.
Queen’in çok hit parçası var ama benim için en dikkat çekici parçalarından birisidir ‘Don’t stop me now’. 78 Jazz albümünde yer alıyor, ilk değeri başta bilinmiyor olsa da zaman geçtikçe insanların dikkatini çekmeyi başarıyor ve BBC tarafından tarihteki en mutlu eden parçası olarak seçiliyor, aynı zamanda en iyi yolculuk şarkısı ve Queen’in en iyi 3.şarkısı. (kimilerine göre de2.)
Parçanın söz ve bestesi Freddie Mercury’ ait. Brian May, bu hedonostik (hazcılık diyebiliriz) parçayı hiç biz zaman favorilerine almamıştır ama artık son dönemde o da kabullenmiş.
Sözler tam da Freddie’nin eğilimlerinin arttığı, uyuşturucu ve kontrolsüz partileri de bahsettiği için hatırlanmak istenmeyen bir dönemi işaret ediyordu. Ama daha sonrasında Biran May, parçanın eğlenceyle bütünleştirip, insanlarda bıraktığı izlenimi kabullendi. Çünkü tümüne baktığımızda parça tamamen hazlarının peşinde koşan, tutkulu heyecanlı ve hedefe odaklanmış kişiyi işaret etmekteydi.
Parçanın enerjisi ve temposu aşırı dinamik olup, sadece piano ile başlayıp, bas – davul katılımıyla ilerliyor. Gitar sadece solo atıyor. Az enstrümanlı olması da onu eşsiz yapan unsurlardan birisi.
Parça şu sözleriyle oldukça dikkat çekici ve akılda kalıcı:
I’m floating around in ecstasy
So don’t stop me now don’t stop me
‘Cause I’m having a good time, having a good time
I wanna make a supersonic man out of you
I am a satellite, I’m out of control
I am a sex machine, ready to reload
Like an atom bomb about to Oh, oh, oh, oh, oh explode
I wanna make a supersonic woman of you
I’m a racing car, passing by like Lady Godiva
I’m gonna go, go, go
Özetlersek uyuşturucu etkisi altında çok iyi zaman geçirdiğini söyleyen Freddie, bunun neticesinde kontrolden çıkmış, çift eğilimli patlamaya hazır aşk bombası olduğunu ve durdurulmamasını söylüyor.
Onu anladık da oradaki Lady Godiva da nesi? Muhtemelen çoğunuz merak ediyorsunuz. AVM’lerdeki çikolata mağazalarından belki gözünüze çarpmıştır.
Düz mantıkta Lady Godivanın bir yarış arabası pilotu olduğunu düşünebiliriz ama gerçek çok daha farklı.
Lady Godiva’yı herhalde şu kelimelerle özetlersek yanlış olmaz. Tutku, Cesaret, Başkaldırı ve Şefkat. Tarihteki güçlü kadın figürleri arasında da, Joan of Arc gibi kendine yer bulmuştur. Hikayesine geçelim;
Godiva Anglo-sakson bir genç kız. İsminin orjinal hali Godgifu. Yani Gift of God. Tanrının hediyesi anlamında. Anglosakson’ların inanışı gereği ise sevdikleri adamlarla evleniyorlar ve dinlerine fazlasıyla bağlılar. Mercia Lordu Leofric’le evleniyorlar. Mercia İngiltere’nin en büyük bölümü.
İngiltere Coventry 11.YY. Vergilerin ağır olduğu dönem. Halk isyanda. Lord Leofric krallığın getirdiği güç zehirlenmesi etkisiyle, halkına zulm etmektedir.
(Esasında o dönemlerde, bu çoğu krallığın bilinçli uyguladığı bir strateji. Günümüzde de benzer esintiler halen devam etmekte. O da halkı fakirleştirip, kendini ayrı ve güçlü zengin kalırsan, senin onları kurtarman için sana daha çok bağlanırlar. Soyluluk ve halk o yüzden hep ayrılmış.)
Artan aşırı vergiler karşısında Godiva kocasından vergi yükünü hafifletmesini ister. Leofric is bunun karşısında Godiva’nın kabul etmeyeceğini düşündüğü bir şart öne sürer. Halkın sadakatini de ölçeceği bir yöntem öne sürer. O da at sırtında Coventry sokaklarından çıplak bir şekilde geçmesidir. Çıplaklık Hristiyanlıkta büyük günah olduğu kadar, gözetlemesi de cezaya tabidir. Çıplak sokağa çıkmak da büyük bir utançtır. Şener Şen’in çıplak vatandaş filmini kim unutabilir mesela? Ya da Game of thrones izleyenler de bunun benzer bir sahnesini 5.sezonda, kardeşiyle yaşadığı ensest ilişkiden sonra Cersei’nin çıplak sokaklarda yürüyüşünden hatırlar. Walk of shame yani.
Godiva beklenmedik şekilde bu şartı kabul eder ve kızıl saçlarının örttüğü çıplak vücuduyla at sırtında sokakları dolaşır. Halk ona saygı ve sevgi gösterdiğinden, kimse kepenkleri açıp bakmaz. Sadece bir kişi dışında. O da terzi çırağı Tom’dur.
Leofric sözünde durur ve vergi yükünü düşürür. Godiva’nın da bu cesur ve güçlü duruşu, günümüze kadar şarkılara, kitaplara ve şiirlere konu olmuştur.
O tek gözetleyen kişi olan zavallı Tom da kör edilip öldürülür. Tragedya okuyanlar benzerini Oidipus’tan hatırlayacaklardır.
Gözetleyen Tom olarak lakap takılan Tom’un bu adı zamanla, belirtme ismine dönüşecek ve röntgencilik İngilizce’de ‘Peeping Tom’ olarak adlandırılacaktır.
Coventry göbeğinde, halen hareketli bir saat kulesinde (Lady Godiva and Peeping Tom Clock) her saat başı, Godiva’nın at üzerinde ufak heykeli dönüp saatin ortasına gelmekte, tam ortasındayken de bir pencere açılıp Tom çıkmaktadır.
Godiva ayrıca İsmet Özel’in Amentü şiirinin bir bölümünde şu sözlerle geçer:
“ne godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur”
Sonuçta Lady Godiva hepimizi bir yolculuğa çıkarmış oldu. Freddie de muhtemelen ‘Bicycle Race’ şarkısının klibinde 65 kadını çıplak şekilde bisiklet sürdürürek, Godiva sözüne ilham yarattı. Kim bilir?
Başa dönersek, kaset dinlemek her zaman daha sağlıklı olmuştur. Peki Godiva’nın kasedi izlenseydi, kaç kişi kör edilmiş olurdu?
0 Comments