6.Bloğa Geldiğimizde Amiri Ne Durdurdu?
Yine bir üniversite anısı. 98 Yılındayız. Bu seferki yardımcı karakterimiz Mehmet Ali, nam-ı değer Mami.
Anketlerin çok meşhur olduğu ve ciddiye alındığı dönem. Çeşitli sektördeki firmalar, pazar araştırması ve marka algıları için, farklı bölgeler belirleyip buradaki vatandaşların fikirlerine ihtiyaç duyuyorlardı.
Cep telefonlarımız daha yoktu, internet de çevirmeli hatlar ve abonmanlık sistemi ile henüz yeniydi. O yüzden şirketler ürünlerinin reklamını televizyon ve yazılı medyadan yapabiliyordu.
Şimdiki gibi herkes elindeki telefondan değil, vapurda, otobüste yanındakinin elindeki gazetesinden alıyordu haberleri.
O gazeteleri katlaması da ayrı uzmanlık istiyordu. İçteki sayfaların bozulmamasını sağlayacak şekilde, iki elinle aynı hızda ileri doğru itip, hemen terse çevirip katlamalıydın. Kenarları düzeltmeliydin. İlk katlamayı doğru yaptıktan sonra, bir sonraki katlanacak alan küçüldüğü için, işler kolaylaşırdı. Bi kaç kere daha katlayıp, buna bir de ‘başardım’ hazzı eklendiğinde senden keyiflisi olmazdı. Bu ilk katlama hareketindeki çıkan o ses de çok karakteristikti ama beni tedirgin ederdi, şak, çat gibi sivri bi ses. Bazı gazetelerin sesi daha da düşük çıkardı, malum az yaprak var, hamuru farklı falan.
İlk katlamayı doğru yapamazsan (ki genelde orta kısımda bel verirdi), yamuk yumuk bişey olurdu, şişerdi. Okuduğun sayfalarda hadi idare ettiyse de, her çevirdiğin sayfada o kabarıklık daha da büyür, hafif hacimli bi top olur, üzerine bi de elinde bastırmaya çalışırdın. Sonrası da maymunluk. Çantaya da sokamazsın onu. Eski haline getirmen lazım. Düzeltmeye çalışmak, insanların da ‘bak işte beceremedi, ben daha iyi katlardım’ bakışları falan. Mecbur tekrar açacaksın, düzgün geri katlayacaksın, karışan sayfaları dizeceksin, çaren yok. Origaminin doğal bir uygulamasıydı bu.
Ama iyiydi okumak. Metrobüs, metro falan yok. Yolculuklar uzun. Tüm köşe yazılarını okurdun bi gazetenin. Ben genelde kitap taşırdım. Gazetenin o fışır fuşur sesini sevemedim. 10larca kişinin yaptığını düşünün bi de. Elde de garip bi his bırakırdı o gazeteler.
Bu ses takıntımdan dolayı walkman kullanıyordum ben de.
Gittikçe ağırlaşan ses kayıt cihazlarından, uçakta opera dinleyebilmek amacıyla başlayan, yürürken de müzik dinleyebilmek fikri (Walk-Man) neticesinde Sony tarafından yaratılmış ürün. 31 yılda 220milyon satıp, 2010 yılında dijital müziğe yenilip üretimi durdurdu.
Evde Güvenç’ten daha erken kalktığım için kapardım o sarı Walkman’i. Bendeki de fena değildi, babamlar Bulgar gümrüğünden almışlardı ama o sarı efsaneydi.
Ses çıkışı müthişti bi kere, baslar dolu dolu gelirdi, bir de adventure tarzıydı. Su geçirmez, düşse bir şey olmaz. Pili 1-2 gün giderdi. Onda da ileri geri sarmalar yaparsan canına okurdun cihazın. Köşeli kurşun kalem ve o sarı tükenmez kalemler müthiş bir sarma aletiydi. Kasedin boşluğuna çok iyi oturur ve çevirirdin manuel. Pil çok önemli. Biz kaset de seçerdik. TDK’lar rahat dönerdi, zorlamazdı motorunu. Raks’ın bazı modelleri zorlardı. 60lık kasetleri daha uzun süre dinleyebilirdik fln.
E tabi o zamanlar freebag var. Hacim belli. Akbilli pason, bi walkman, 2 yedek pil, 2 kaset ve bir tükenmez kalem. Yani topu topu dinleyebileceğin maksimum 20 parça. Tekrar tekrar dinliyorsun bazı parçaları. Albüm mantığı da kitap okumak gibiydi. Belli bir soundu, hikayesi var. Karışık kasetler ve sonrasında mp3 ile albüm okumak tarihe karıştı.. O yüzden o dönemlerde müzik dinlemek çok daha rafine ve güzellikteydi.
Öyle kulak içi kulaklık vs de yok o dönemde. Kafa üstünden taktığın, genişleyebilen, saçının da, onun plastiğiyle metalinin arasında sıkıştığı, renkli süngerli kulaklıklar var. Bu da esasında Walkman’lerin otobüsteki en büyük tehdidi. Laf söylemek için yaratılmış, güya kulakları hassas dayılar, parçanın en heyacanlı, dinamik yerindeyken, gelip omzuna dokunup, ‘Kardeşim kısar mısın sesini?’ derlerdi. Uyuz olurdum.
Kulak içi kulaklıklar çıktı ama bu sefer cep telefonu ve yeşil otobüs başlamıştı. Neymiş efenim, cep telefonu sinyali, aracın abssini ve beynini bozuyormuş diye, her otobüse binişte kapatılırdı telefonlar. Kazara unutan ve telefonu çalanlara, bu sefer kulakları hassas dayılara, teyzeler de eşlik eder, kapatma için uyarılar bağırmalar falan olurdu. “Lütfen telefonunuzu kapatır mısınız??”
Ulan ne dönemdi be. Otobüse binerken telefon kapatıyordun. Ama duruyordu hakkaten bu otobüsler. Kafası karışırdı. İnerdik aşağı. Herkes birbirine bakıp, kim açık unuttu telefonunu diye şüpheyle bakardı.
Okula otobüsle gidip geldiğimiz için aktarma yerleri (Beşiktaş, Mecidiyeköy, Kadıköy gibi) hep kalabalık olurdu. En çok da buralarda anket yapılırdı. Duvarlardaki ilanlar hep bu anketörlük üzerineydi. Dolayısıyla öğrencilerin okuldan kalan zamanlarında parttime hızlı harçlık kazanabildiği bir iş koluydu bu. Benim de merak edip kısa süreli yaptığım bir iş oldu bu. Mecidiyeköy cadde üzerinde verdiler elime dosyayı kalemi, gelip geçene ‘Pardon çok kısa bir zaman ayırabilir misiniz?’ diye verdikleri cevapları kutulara işlemiştim. Kişisel verileri koruma kanunu diye bi şey yok. İnsanlarda çekinceler de yok, korkular da. Bir de çok anket yapıldığı için, o bölgede yürüyen insanların çoğu buna alışkın, fikir beyan etmek isteyen, ‘bu dediğimi de yaz oraya’ diye dikte ettirenler de oluyordu. Marka, Gıda araştırmaları neyse de, en çok siyasi anketler zorlardı. Bitmezdi çünkü, herkesin akıl veresi var. Yeteri kadar kişiyle formları doldurman lazım ki işe yarasın. Siyasi anketlerde katılımcı da düşerdi. Verimsiz olurdu.
Part-time işi yaygındı. Bizim sınıfta Fatih turk.netin call centerında, Şenol BurgerKing’te part-time çalışıyordu. Fatih’ten az şifre dilenmemiştik. Okurken kenara bütçe koyabilmek güzel duyguydu. Bu anket işleri o zamanlara denk gelir. Yazlıktan arkadaşımız Cihan, o sıralarda Etiler’de bir firmanın teknoloji departmanında çalışıyor. Şirketleri, değişik sektörlerde faaliyet gösteriyor. Pazarlama konusunda ihtiyaçları var. Cihan hemen bana haber etti sağolsun. Yanına bi kişi daha al gel dedi. Mamiye sordum, gelirim dedi, atladık ofise gittik. Okul açmışlar, çevreki sitelerden katılım istiyorlar. 1000e yakın broşür bastırmışlar, dağıtılacak. Tamam dedik, aldık Mami’yle broşürleri başladık dolaşmaya. Apartmanlar kolay ama asıl hedef siteler. Yakında da büyük Alkent sitesi var. Bi şekilde elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdik içeri. Cihan bize talimat vermiş, broşürleri giriş kapısı altından atmayın, posta kutularına koyun diye. Burda da posta kutuları giriş kapısının içinde. İşimizi doğru yapmalıyız ki, parayı tam alalım. Rastgele zil çalıp, posta diyip giriyoruz çoğuna. Arkadaki bloklardan başladık, 5 apartmana dağıttık. Burda eritiriz biz bunları diyoruz.
Bi sonraki bloğa giderken, iki güvenlik geldi önümüze. ‘Bizimle gelin’ dedi. Sitenin dışındaki bir binaya kadar takip ettik. Sonra kapıdan içeri girdik. ‘Amirim suçluları yakaladık’ dediler. İçerde 5-6 adam var.
‘Hass..’ dedik ‘sıçtık olm.’ Başladılar suallere, ‘kimsiniz, kim gönderdi, amacınız ne’ falan. Terlemeye başladık. Cevap veriyoruz ‘abi öğrenciyiz, bunları verdiler buraya dağıtın dediler’ falan. Yok efendim, yasakmış, iznimizin olması lazımmış, yabancılar giremezmişmiş vs nutuk okuyorlar. Ne kadar kazanacağımıza kadar sordular yani. Yalvardık falan, acıdılar ‘hadi gidin bi daha buraya gelmeyin’ dediler. Kapıdan çıktık, bizi getiren güvenlik görevlisinin biri dedi ki ‘ucuz yırttınız.’
Meğerse o gün güvenlik denetimi varmış. Biz de nasıl becerdiysek, bunların shifti sırasına mı nereye denk geldiyse, içeri girip rahat rahat dolaşmışız. Yani bi açık ve ihmal var. Kameralardan her bloğa girip çıkan iki tipi görünce, şüphelenmiş amir. Güvenlik de biz görmedik diyince, o günkü tatbikatın konusu olmuşuz.
Cihan sonra bizi aradı, paramızı verdi. Çok memnun kaldılar, çok iyi dönüşler aldık dedi. Aynı siteye bu sefer bilişimle ilgili bir broşür dağıtmamızı istedi. Yok abi bu sefer yapmayalım dedik. Biz mimlendik.
Benim de aklımda, tıpkı Gibi dizisindeki Yalvaç’lı bölümdeki “14.yumurtaya geldiğinde seni ne durdurdu?” sorusu gibi, 6.bloğa geldiğimizde amiri ne durdurdu? kaldı.
0 Comments